Category Archives: ben yazdım

İlanen duyrulur….

 

67 aylik oglumu henuz hazır olmamasına, anasınıfına gitmesi gerekmesine ragmen, ilkokula kaydeden MEB’e sitemlerimi,

kafa karıştıran medyanın tamamına ne kadar süprüntü olduklarını hatırlatma zevkini,

“rapor verene soruşturma açarım” tehdidi savuran başhekime, hakettiği halde rapor alamayan annelerin ahını,

hastane hastane gezip rapor ararken tek güler yüzü gördüğüm medeniyet üniversitesi cocuk klinigi danışma servisindeki güzel hanıma sevgilerimi,

alinan raporu kayderken kaydı “pasif” yaparak nakil almami geciktiren ilgiliye teessüflerimi,
5 senedir gidip geldiğimiz, artik aile okulumuz olan anaokuluna beni ilk tanıştıran Türkan’a şükranlarımı,

tam bize gereken gün taşınma nedeniyle kaydını sildiren öğrenci ve velisine “güle güle oturun” dileklerimi,

okula kayıt aşamasında pürüzleri atlatmaya gayret eden ilgili kişiye “en kısa zamanda sigaradan kurtulması” dileklerimi,

işlerin en kötüye gittiğini düşündüğüm en umutsuz zamanlarımda bana güç veren Bakara suresi 216. ayete minnetlerimi,

bir şekilde herşey yoluna girdiği, oğlum mutlu olduğu ve anaokuluna başladığı için hamdolsunlarımı,

herşey olup biterken çalışan karma/reiki/yoga ferahlıklarına iyi dileklerimi,

bütün bu süreçte mümkün olduğu kadar bana yardımcı olan, iş çıkarmayan,elimden tutan dalgın prensesime öpücüklerimi,

dualarını esirgemeyerek, zaman zaman dırlanma, vırlanma,şarlama ve ağlamalarıma göğüs geren; sürekli “merak etme, olur, sabır” diyen anneme ve kayınvalideme hürmetlerimi,

zırt vırt gidip kendime geldiğim starbucks personeline sağladıkları güzellikler ve kafein için o 5 dakikalık huzurlarımın tamamını,

form doldururken verdiğim şahsi isim-adres-telefon bilgilerimi rainbow firmasına veren/satan servisçiye kin ve nefretimi,

listede unuttuğum kimse varsa, özürlerimi,

özellikle son üç gündür, bu çocuğu babamın evinden getirmemiş olmama rağmen;  telaş ve bunaltı içinde koşturur, kayıttı, evraktı, belgeydi, formdu, okulun istek listesinin tamamlanmasıydı, alışverişti, evin işiydi, yemekti, kurstu, dersti, ödevdi, onun parası bunun parası ödenecekler listesiydi;  ben perperişan olurken hiiiiç elini vurmayan, anlattıklarımı dinliyormuş görünüp ertesi günü tekrar soran, ter burnumdan akarken bulup aldığım şeye bakıp “mavisi yok muydu” diyen, beni çileden çıkaran, sonra “e niye kızdın?” diyerek, neden kızdığımı bile anlamamışlığını bildirdiğinde öfkenin sınırına ulaşmamı sağlayan, müşterek hayatımızın kendine düşen tarafına iştirak etmeyip bi de üstüne “ee kahve yapcan mı?” diyen tavus kuşuma ise “RÖEH” duygumun tezahürünü

huzurlarınızda bir kez daha bildirmeyi şeref borcu addederim…

 

 

12 Yorum

Filed under çocuk, ben yazdım, severim paylasirim

Ehl-i Keyfin Keyfini Ne Tazeler?

Taze elden, taze pişmiş, taze kahve tazeler….

Kızım büyüyor, artık yavaaaş yavaş Türk kahvesi kültürüne hakim olmaya da başladı.

Kahve, sade ise, kaynamış olmaktan mütevellit, köpüksüz olur. Az şekerli, orta ya da şekerli kahvede köpük, üzerinde pire yürüyecek kadar kalın olmalıdır.

Ağır ateşte pişer kahve, yanında serin su ile servis edilir.

İlk kabarmasında fincanlara köpük pay edilir, tekrar bir kaynatılır, fincanlar dudak payı bırakılarak doldurulur, dumanı tüterken servis edilir.

İkram ederken, misafire iyice eğilinir, “buyrun” denir.

Kahve samimi ortamlarda, höpürdetilebilir.

İşte kızımın elinden son içtiğimiz kahvelerimizz.. (kendine de yaptı fındığım…)

Türk Kahvesi

* Bu resimdeki minik bardaklar Paşabahçe’nin Hürrem serisi, renkli ve yaldızlı. Tam kahve yanına vermelik… Serin su kahveden önce içilir,  ağızdaki diğer tatları temizlemek ve kahveye hazırlamak için.

* Kahve fincanının kulpları, ikram edileceği tepsiye sola bakar şekilde dizilir, ikram edilen kişinin sağına gelsin diye.

* Kahve yanına, lokum da ikram edilir, çikolata tercih edilmez. Çikolata kahvenin sıcağıyla erir, sıvaşır iğrenç olur….

* Kahve yanına eski bir gelenek de mümkünse ev yapımı likör ikram etmektir..

kahve ve likör

* Bu çook şahane bir restoran olan Garden‘de bu sene son içtiğim kahve. (acıbadem likörü eşliğinde, alkol almadığım için onu içmedim)

* Kahve ikram edildikten sonra tepsi mutfağa gitmez, boşalan fincanlar acilen misafirin önünden kaldırılır. Bu konu gerçekten önemlidir, dibinde telve ile misafirin önünde bırakılan fincan, saygısızlıktır…

* Çok çok samimi olmadığınız bir yerde, sakın fal yatırmayın,  görgüsüzlüktür..

Vakt-i zamanında Urfa’dan İstanbul’a ticarete gelen bir kişi, iş yapacağı arkadaşının yanına gitmiş. Adam hemen “yemek söyleyelim de beraber yiyelim” diye ikram teklif etmiş. Urfa’lı ikramı, elini döşüne basarak reddetmiş:

“Kahveliyem ağam…”

tee 24 saat önce yola çıkarken kahve içmişmiş… (muhtemelen mırra’dır o, hiç denemedim,niyetindeyim)

yaa, kahve de böyle bir şeydir.

melengiç kahvesi de vardır,  yabani antep fıstığı ağacının meyvesi ile yapılır.

espresso da vardır.

ama

Kahve “Türk kahvesi” dir.

Ek: bu yazı da ilginizi çekebilir: zarf ve fincan

15 Yorum

Filed under ben yazdım, ev işi, insan olmak, iştahlı işler, kültür, severim paylasirim

Kap kaplama

İlkokulun en güzel zamanı, yepyeni defter ve kitapları kapladığın zamandır. Bana bunu babam öğretmişti, sonra da kendi kendime büyük bir zevkle yapmaya devam ettim.

Birçok kişiden de “ay en zoru da defterlerini/kitaplarını kaplamak” şikayeti geldi facebook’ta. Demek ki bu konuya girme vaktim gelmiş..

Ayrıca, hediye paketlemesi de benzer yöntemle yapıldığından, bir kere kavradın mı çok kolay ve kullanışlı bir beceridir kap kaplamak.. :)

image

Defterimiz, kap kağıdımız,makasımız ve en önemlisi selobantımız hazır. Yapışkan bantın özel bir adı var mı bilmiyorum, bizde selobant denir. Bant makinesi olursa daha iyi olur, yoksa, on parça bant kesip hazır edin bir yere..

image

Defter ölçüsünün iki katından da fazlası gerekiyor, kap kağıdını ölçerek kesin. hatta “iki kere ölç, bir kere biç” deyimini gözardı etmeyin.

image

kap kağıdını ikiye katlayarak defteri/kitabı üzerine yerleştirin, iki taraftan ne kadar katlanacağını işaretleyin. O katlama payı kadar kısım içe katlanacak.

image

Tekrar ikiye katlayıp katlama payı işaretine kadar kesin. Bu kesilen kısım orta çizgiden (kitabın kalınlığına bağlı olarak) bir santim kadar içerden başlamalı.

image

Katlama paylarını içeri katlayıp bantla yapıştırmayı öneririm. Yapıştırmasanız da sorun yok, elinizden kayarak biraz daha uğraştırır ama sonuç yine güzel olur..

image

Defterin sırtını orta çizgiye yasladık, her iki tarafı da teker teker olmak üzere, kenarları içe katlayıp yapıştırıyoruz.

image

Köşeleri içe katlıyoruz ama tam kenara kadar değil, birazcık kıvırma payı bırakmak lazım .

image

İki köşeyi de katladıktan sonra, üst kenarı tamamen içe kıvırıp önce ortasından bantlıyoruz,

image

Sonra köşe kulakçıkların her ikisini de bantla sabitliyoruz.

image

Ve bir taraf bitti. Defteri çevirip, öbür tarafta aynı işlemleri tekrarlıyoruz.

 

image

Eğer tek ortalı bir defterse, alt ve üst ortadan katlama payı kesmeye gerek yok. Kenarı bütünüyle içe katlayabilirsiniz.

 

Sabır gösterip biraz da özendiyseniz, şahane kaplanmış gayet tertipli kitaplarınız ve defterlerinizle başarılı bir öğretim yılı dilerim.

*-*-*-*

Alternatif olarak, ilk katı büyük boy takvimlerin arkasındaki kağıtla beyaz ya da her yerde kolayca bulunan kraft kağıtla kaplayıp, iki yüzüne sevdiğiniz resim ya da çıkartmaları yapıştırıp, en son da şeffaf ciltle kaplamak da gayet özgün ve dikkat çekici bir uygulamadır. Hiç kimsede olmayan, tamamen kendi zevkinize uygun bir defteriniz olur, üstelik de çok “cool” bi harekettir.

Son not: kızım “neden hazır kaplardan almadık?” dedi.

Nedeni şu: hazır kapların HİÇBİR özelliği yok… bu bir zevk ve emek işi, severek, sevdiğim kişi için hevesle yapıyorum ben kitaplarını kaplamayı. Kişisel dokunuş meselesi… Ve o da her eline alışında “annem yaptı” diyecek.. Buna paha biçilemez. O da kendi çocuğunun kitaplarını kaplarken “annemle biz yarım saatte on defter kaplardık, çok eğlenceliydi” diye hatırlayacak :))

11 Yorum

Filed under çocuk, ben yazdım, ilkogretim, kitaplar, severim paylasirim

Bir yorum yazdım, pek beğendim…

3bebe1arada‘nın Tüp Mü? yazısından sonra ilham geldi, oraya yorum yazdım, pek beğendim, kendime de aldım yazımı…

Bu ülkede normal seyir bu şekilde. Sorarlar. “Üzerime vazife mi?” “bana ne?” demezler, sorarlar.
sanki ilk defa kendileri soruyormuş gibi ciddi sorarlar hem de.. kimselerin aklına gelmemiştir BU soru. bu sorunun acilen sorulması gerekmektedir, bu vazifeyi hakkıyla icra etmelidir ilgili kadın.
– evli misin? değil misin? niye?? okuldan birini bulamadın mı??
– ne kadardır evlisin? çocuk var mı? (evetse: kız mı erkek mi? kaç yaşında, kime benziyor, kaça gidiyor, ((çalışıyorsan : kim bakıyor)) ve devamında -başka kardeş) (hayırsa=) düşünmüyor musun? olmuyor mu?
– hamile misin? tek mi? baktırdın mı kız mı erkek mi? kaç aylık? 28 hafta ne demek, ay olarak söylesene? ne zaman doğum? aaa tüh yazık kış bebeği olacak/yaz bebeği olacak.. isim düşündün mü? niye o isim?
-ikiz? üçüz? tüp mü? değil mi? niye??
vb vb vb

– bezim bezim bezdiriyorlar, bezdiriyorsunuz.

ammaaaaa

bu ülkede, herhangi bir yere kucağında/elinde/pusette çocukla girersen, aynı kadınlar derhal yol verirler, sıra verirler, yardım ederler, icabında altını alırlar, sen işini görene kadar pışpışlarlar, sokağa kaçmasın diye elinden tutarlar, emzirmek dışında her şeyi yaparlar. teşekkür bile beklemezler. dev bir anneler komünüyüzdür.

hiç tanımadığım kadınlar zor anlarda el verdi bana, Allah razı olsun.
hiç tanımadığım kadınlara hızır gibi yetiştim zaman zaman. mesela: adet dönemi nedeniyle pantolonunun arkası berbat olan bir kadına hırkamı verdim bir kere. durakta perişan haldeydi, bir saniye duraklamadım. döndüm yürüdüm gittim.
avm tuvaletlerinde cocuklarinin ellerini yıkadım, tuvalete girsinler diye oyaladım, icabında bazılarını ben tuvalete soktum.
iki çocuğu da aynı anda ağlayıp su isterken ve eli kolu doluyken, ikisine de kendi sepetimden birer şişe su açıp verdim.
kusana ıslak mendil, ağlayana selpak uzattım.
kaç puseti merdivenden indirdim, bilmiyorum.

bu da bu madalyonun öbür yüzü.
eminim dünyada bizden başka bu kadar sorgucu, ve bizden başka bu kadar ana yüreği olan kadın yoktur.

Galiba Serdar Turgut yazmıştı: ATM’de sıra sana gelir, sıradaki Türk gelir omuzbaşına dikilir, ne işlem yaptığına bakar… Amerikada, medeni bir uzaklığı koruyarak sırasını bekler amerikalı.
Ama, sokakta yaralansan, Türkiyede seni omuzlar hastaneye yetiştirir birileri mutlaka. Amerikada, bulaşmadan etrafından dolaşırlar, dönüp bakmazlar bile…

bu yüzden affediyorum onları. çok iyi insanlar aslında. kötü niyet yok içlerinde. lütfen hoşgörü gösterin, binlerce kere cevaplamış olduğumuz aynı soruya, nezaketle bir kere daha cevap verince incilerimiz dökülmüyor.
türü çok azalan bir ırk bu…

6 Yorum

Filed under ben yazdım

Helal Gıda Sertifikasyonu? Ne lüzum? No lüzum..

Elhamdülillah Müslümanım, en başa yazayım, gereksiz itişmelere girmeyelim…

Alim filan değilim, bildiğim az miktar şey var, onun da yarısı yanlıştır belki. (tevazu )

Kuran’da Haram (kesinlikle uzak durulacak) olarak geçen 5-6 şey var desek,: Fal, Domuz eti, Alkol, Kumar, Faiz, Şirk (put) olarak sayabilirim.

Buradan bakınca, detaya girmeyelim, “boğazımıza kadar günaha battık” diyorlar ya, muhtemelen doğru. Allah cümle günahlarımızı affetsin.

Konu: Şu aralar milletin ayılıp bayıldığı Helal Sertifikası. Yahudiler de bizim gibi, her şeyi yemiyorlar, koşer (temiz) olduğuna dair damga olmasini gerekli görüyorlar. Etler bir haham gözetiminde kesilmeli mesela…bizimkiler de onlara mi imrendi bilmem.

Milletimiz EŞİT DERECEDE HARAM OLAN faize, kumara, alkole hiç aldırmaz ama domuza karşı hassastır. Bunu bilen gıda şirketleri de,ben kendimi bildim bileli paketli herşeyin üzerine “mamüllerimizde domuz yağı ve katkıları bulunmaz” yazarlar.

Şimdi de “helal gıda” “helal kesim” “helal üretim” işleri çıktı. Sorularım ne zamandır birikti kaldı, aha yazıyorum şuraya:

  • Helal peynir nasıldır? sağarken “besmele” mi çekilmiştir? makineler sağıyor zaten.. Ben yerken besmele çeksem o yeterince helal olmaz mı bana?
  • sertifikayı her bir ürün için tek tek alması gerekmez mi firmanın? her birim ürün için yani. mantık onu gerektiriyor. belki şu bisküvi üretilirken sertifika  alındı, e ondan sonrakiler haramsa? ne bilelim biz?
  • En önemlisi de: fenilketonürili insanlar için suni tatlandırıcı konulmuş ürünlerde uyarı yazısı olur;  vejeteryan ve vegan insanlar için uygunsuz içerik varsa, ambalajda yazılır; fıstık allerjisi ne bileyim gluten intolerant olanlar için yine ambalaja not düşülür, “fıstık/gluten içeren ürünlerle aynı hatta üretilmiştir” diye. Kimin zoru varsa o uyarılır. Normali bu..
  • Bu durumda, teeek tek her şeye helal sertifikası verileceğine, direkt “haram belgesi” verilmelidir. Net olarak yazsın pakete, sen sağ ben selamet. Öylesi böylesi yok, karışmaz. İsteyen alır istemeyen almaz.

Bunu öneriyorum.

Helal sertifikasına aldırmıyorum, bunun küçük, gizli bir tür bölücülük olduğu konusunda komplo teorim var. Domuz değilse, helaldir. OK.

Sertifikayı icat edenin yeterliliğini sertifikalandıracak kurumların akreditasyonuna girmeyelim. Bundan cebe atacakları zilyon lirayı hiiiç hesaba katmıyorum.

En fenası, diyelim A deterjanı helal sertifikası aldı diyelim, ne biçim reklamı olacak bu biiir, rakip tüm deterjanlar sertifikasız olduğundan aristo mantığı gereği haram pozisyonuna düşecekler bu da ikiii.

Durduk yere malları da tüketicileri de yaftalamanın ne alemi var? Sepetinde B deterjanı varsa bi ton insan piiis pis bakacak suratına.

Gereksiz çıkışlar yapmayalım, böyle bir şeye hiç ihtiyacımız yok.

13 Yorum

Filed under alışveriş işleri, ben yazdım, güvenli hayat, iştahlı işler, saçmasapanlıklar, soruyorum

66 aylıkların cebren ilkokula kaydedilmesi hakkında

bu bana iki şeyi hatırlatıyor…

1- Hz.Musa hikayesi… Bir şekilde büyüklerimiz bir duyum aldılar, herhalde  “Ocak 2007 ve sonrasında doğan bir çocuk ileride çok acaip olacak” filan gibi bir fal baktı birisi.. Kehanet gerçekleşmesin diye, o dönemde doğan herkesi öldürecek değiller ya, bunları okula tepelim, eğitmeye filan gerek yok, kaykayla gezer gibi sınıf geçsinler, ne ödev ne proje ne de sınıfta kalma yok.. delme takma bir diploma verir sepetleriz dediler sanıyorum

2- Belki de bir tür Fareli Köyün Kavalcısı masalındayız. Bir gün birisi kendisine verilen söz tutulmadığı için “ben de sizin bir sonraki neslinizi çar çur edeyim de görün” dedi ve yallah sürüdü götürdü çocukları…

Ailenizin komplo teorisyeni huzurla sunar..

4 Yorum

Filed under çocuk, ben yazdım, saçmasapanlıklar, şikayetlerim

Bu 66 aylıklar meselesi var ya…

beni deli ediyor.
66 aylık dediğin, 5,5 yaşında demektir. anaokuluna verirsin.
ilköğretime hazirlanır.
6,5 yaşında da başlar.
Bu sene gayet normal olarak, anasınıfına verecektim oğlumu ama okula başlamak zorunda şimdi. üç senedir anaokuluna gitmiş, bu sene başlaması normal olan 6 hatta 7 yaşındakilerle aynı sınıfta olacak.
elifi mertekten ayıramıyor bu herif, yanına Emre gibi bir velet oturacak, anasınıfını aşmış, konuşma sorunu ne demek, ingilizce bile öğrenmiş yuvada, hatta şiir yazmış annesine, yıl sonu gösterisinde okumuş sahnede..
açık öğretim terkle Harvard mezunu yan yana gibi düşünün…
tamam, oğlum zeki, çevik ve yakışıklı.
Ama çok kötü bir eşitsizliğe kurban gidecek..
7 yaşındaki Emre piçinin tuzu kuru anası da sokranacak.. “ay benim oğlum bunlarla aynı sınıfta, bunlar çok geri, öğretmen bunlara çok zaman ayırıyor, ay benim oğlum sıkılacak şimdi, ay benim oğlumun bir senesi boşa gitçek”
O Emir gibiler yüzünden, zorla okula alınmış benim oğlum bir damla yaş döksün ben o karıyı çok kötü dövecem. şimdiden söyleyeyim..

12 Yorum

Filed under çocuk, ben yazdım, ilkogretim, saçmasapanlıklar, şikayetlerim

Sigarayı Bırakamam… Sigarayı Seviyorum…

Doktor kafasını önündeki tahlil sonuçlarından kaldırıp, sana ” kötü bir haberim var” dese…
“üç aylık ömrünüz kalmış, ileri evre kansersiniz… tipik olarak sigara içenlerde ya da tütün dumanına maruz kalanlarda rastlanan bir kanser bu.
malesef, üç ayınız var. O da en iyi ihtimalle. Fırsatınız varken sevdiklerinizle vedalaşın, son olarak seyretmek istediğiniz film filan varsa seyredin, zamanınızı güzel değerlendirin, moralinizi bozmayın..” dese…
minicik, öpmelere doyamadığın çocuğunun babasız, boynu bükük büyüyeceği, belki de bir başkasına “baba” diyeceği dank edecek kafana..
Camide, musalla taşının üzerindeyken, annenin tabutuna örtülen duvağa kapanıp “yavruuum” diye ağlayacağını anlayacaksın..

yaşamaya doymadan mezarlığın birinde bir tümseğin altına atıp gidecekler seni.
çar çur olmuş hayatından geriye bir şey kalmadığını, almak istediklerini, daha yapmak istediklerini, evini, işini, doğmamış çocuklarını, olmayan geleceğini, bütün hayallerini, bütün sevdiklerini, saf saf zamanın varmış gibi yaptığın planlarını düşüneceksin birer birer.

kaçınılmazı önce inkar edeceksin, bir yanlışlık var sanacaksın.  “falanca da doksanbeş yaşına kadar sigara içti, öksürmedi bile, turp gibiydi” , “filancaya da kötü hastalık demiş doktorlar, ceviz yedi hergün, birşeyciği kalmadı” diyenlere umut bağlayacaksın, “yok canım, bana bir şey olmaz” diyeceksin..

sonra, öfkeleneceksin.. daha yaşın ne başın ne, bir dolu ihtiyar varken, sapıklar, katiller onca kötü insan dururken senin kadar iyi birine denk gelmez ki bu hastalık? haksızlık bu. sen çok iyi bir insansın, olmaz ki..

pazarlık edeceksin..”Lütfen iyileşeyim Allah’ım.. söz her gün oruç tutacağım, fakirleri doyuracağım, beş vakit namaz kılacağım, annemi üzmeyeceğim, çocuğuma çok iyi örnek olacağım…”

giderek kötüleşecek, giderek daha da dayanılmaz ağrılara katlanamaz olacak, üç ayı bile bulmadan o pis kokulu, loş hastane odalarından birinde, sondalarla, serumlarla, sürünerek günlerce can cekişecek ve son nefesini gencecik yaşında vereceksin.
herkes üzülecek evet, ama herkes, “o kadar da -içme şu zıkkımı- dediydik” diyecek.

sanma ki varlığın, hayattakiler için önemli, emin ol çok değil, bir sene sonra tamamen unutulacaksın. hiç kimse seni hatırlamayacak. yok olacaksın…
bir kez daha gün doğumunu göremeyeceğini anlayacaksın son gecende.. çok ağlayacaksın, çok pişman olacaksın, her şey silinecek gözünden. “bir şansım daha olsa, beş yıl, on yıl önce bırakırdım sigarayı” diye tövbeler yeminler edeceksin.

işte tam o an, duaların kabul olacak; on yıl önceye dönecek, bu yazıyı okuduğun saniyeye uyanacaksın birden bire. Şöyle bir irkilecek, “hayırdır inşallah, rüya mıydı?” diyeceksin.

*-*-*

Rüya değil.

Sigarayı bırak, bu saniye bırak.

On yıl sonraki sen, sana yalvarıyor, duyuyor musun????

A

B

C

5 Yorum

Filed under ben yazdım, saglik

ben senin kadarken… -pirinç/pilav-

pirinci cuvalla alırdık eve. pilavdı, dolmaydı, sarmaydı, (yaprak dolması olmaz, onun adı sarmadır. dolma doldurulur,sarma sarılır), sütlaçtı derken  deli gibi pirinç tüketirdik o zamanlar. doğru şekilde saklamazsan bir süre sonra nemlenir ve küflenirdi, o zaman atman gerekirdi hepsini. Ya da kurtlanırdı, o zaman da gölge bir yere, bir odaya çarşaf serer, üzerine pirinci yayardın. O pirincin ne biçim nişastası olurdu… Elli kere süzgeçte yıkardın da suyunun beyazı anca durulurdu.. İyi yıkamazsan pirinç nişastası pişerken muhallebileşir, pilavı lapa yapar..  hatta hatta, pirinç, soğuk suyla yıkanır, nişasta soğuk suda çözünür çünkü..Pilav tane tane olmalı..

“Bulgur pilavı pişir yut,pirinç pilavı pişir unut” der bizimkiler. yani bulgur pilavını pişer pişmez yiyebilirsin. ama pirinç pilavı demlenmelidir. Kapağını açarsın, temiz tülbent hatta gazete serer, kapağı kaparsın. Soğurken yoğuşan nemin pilava geri dönerek lapalaştırmasına engel olmak lazım. lapası da dirisi de çekilmez pilavın.. iki şekilde pişer pilav. ya suyu kaynatır pirinci içine salarsın, ya da pirinci kavurur, suyu sonra verirsin..

En iyi pilav tarifim şudur:

kişi başı bir kahve fincanı pirinci pirinç süzgecine ısla. tereyağını pilav tencerene koy, orta ateşte erisin. Pirincin beyaz suyu bitene kadar yıka, süz, erimiş ve rengi dönmeye başlamış tereyağına at. biraz kavrulsun pirinçler ve tereyağı aroması içlerine işlesin. Bire bir buçuk oranında ılık suyu ekle, bir miktar tuz at, bir kez karıştır, kapağını kapa, altını kıs.

pirinç bütün suyu çekince, kapağı aç, bir kere daha karıştır, altını kapat, demlenmeye bırak..

O zamanlar; pirincin kabuğu hatta acaip miktarda da taşı olurdu. pirinç AYIKLANIRDI. acaip can sıkıcı ama cok gerekli bir şeydi, çünkü pilavdan taş çıkması kadar kötü bir deneyim olamazdı..

özellikle metal tepside ayıklarsın pirinci, taşlar çıt çıt ses çıkarır, hem kulağını hem gözünü kullanman gerekir. babaannem rahmetli, geldiğinde anneme “ayıklanacak pirincin, dikilecek el bezin var mı kızım?” derdi. bu ikisi bayağı zaman alan çok da gerekli işlerdir. gözlüğünü gözüne takar, tepsiyi önüne çeker, boynu ağrıyana kadar ki-lo-larca pirinci ayıklardı. O zamanlar el bezi evde dikildiğinden, ya da  şöyle söyleyeyim, hazırı satılmadığından;  diyelim eski havlulardan yer bezi, eski çarşaflardan cam bezi ve eski fanilalardan da kurulama bezi dikilmesi gerekliydi.

Öyle kesip kullanma olmaz, kadın dediğin kadını el bezinden anlarsın. Kenarları tirfillenmemiş olacak bir defa bezlerinin… Eski bezini dikdörtgen keser, tersini ortadan ikiye katlarsın. üç tarafını bastırırsın. yani kenarları üst üste koyar makine dikişiyle dikersin.

(makine dikişi nedir? iğneyi biraz geriye batip, biraz ileriden çıkmak. çok sağlam dikiştir.)

Son bir santime gelince, diktiğin bezi ters yüz edersin. O köşeden içini dışına çekersin. Dikilmemiş kısmı biraz içe katlar üstten bir tur dört tarafını bir daha dikersin, yıkarken ağzı yüzü yamulmaz, tertipli olur. Sağlama alacaksan, şöyle çaprazlamasına bir kez de önden dikiş atarsın.

Eski naylon çorapların ayak kısımlarını keser, halıları kaldıracağın zaman yuvarladığın halının (ki yuvarlamanın da tekniği vardır, önce otuz santim filan katlarsın bir kenarı, sonra katlı uçtan sımsıkı kıvırmaya başlarsın. sona gelince sonu da içe kıvırır, bitirirsin…)  her bir başına birer çorabı bel kısmından geçirir, bacak kısımlarını bale pabucu bağlar gibi çapraz çapraz dolar, bittiği yerde düğümlersin. halı dolabına kaldırırsın. halı dolabı/yüklüğü, koridorun tavanında olur.

Kenar bastırmanın bir başka yolu da, iki kenarı 5 mm kadar içe katlar, üst üste getirir, birbirine dikersin. çok temiz bir dikişle dikersin hem de..

10 Yorum

Filed under ben yazdım, ev işi, insan olmak, kültür, severim paylasirim

Laik? Herşeye lâyık

Bilmeyen varsa, ya da kimin umurundaysa…

Ben Atatürk’çü laik düşüncede biriyim.

“ülkenin yüzde şu kadarı müslümandır” diyenler hesabı nerden nasıl yapıyorlar bilmiyorum çünkü gerçek rakamı da oranı da yüzdesini de sadece Allah bilir.

Ben laik ülkede değil de müslüman ülkede yaşasam, ne arabam, ne internetim olur. Ne şunu giyerim ne buraya gidebilirim… İnsan muamelesi göremem. İstediğimi okuyamam. İstediğimi izleyemem, istediğimle iletişim kuramam…

istediğimle evlenemem, istediğimle evli kalamam… evimin tek kadını olamam. gözümüm önünde bir başka kadının koyununa girecek bir adama havlu tutmam gerekir, ki ölsem istemem…

Hiç bir şeye ne söz hakkım, ne isteme hakkım olabilir. param bile olamaz ki..

İslamda kadın erkek haklarda eşit değildir. Efendim kadın zayıfmış da, eşit olamazmış da, duygusalmış, nazikmiş, cins-i latifmiş.

Yük varsa kuşuz yani… Ama uçmaya gelince deveyiz mazallah. Kadınlara iki vakit namaz, onbeş gün oruç diye bir farz indirimi yok.

Şeriatı biliyorum. Şeriat istemiyorum.

kesin bildiğim bir şey var, ülkenin yüzde ellisi kadın.

yani, en az 35 milyon insan, canla başla kazanılmış haklarından feragat ederse, o ülke olmaz olsun zaten.

*-*-*-

Sırf belli bir şekilde giyiniyor, vb vb yapıyor diye, insanların kendilerini inanılmaz bir gurura kaptırmalarına inanamıyorum. Cevresindekilerden daha üstün, daha cennetlik daha bi bambaşka olduklarına can-ı gönülden inanıyorlar..

Görülmedik bir kibir içindeler ve bunun farkında değiller.

:)

Allah’çılık oynuyorlar, kendilerinden başkalarına ait günah ve sevapların ölçüsünü biliyorlar, hesap defterini tutuyorlar.

Şeytan’ın gerçekten de ilginç yolları var. . .

Bir bölüğü de kendi başlarına kötü bir şey gelirse ya da benim başıma iyi bir şey gelirse; “ama ama ben islamın şartlarına daha çok daha daha çok uyuyordum, nasıl olur, neden ben/ben değil?” şekline giriyorlar ya….

 

bir boş vaktiniz olursa, 1999 yapımı “Joan of Arc” filmini izleyin. (bizdeki adı Jan Dark’tır) o filmin sonu bakalim size ne diyecek?

*-*-*-*-

Allah’ın facebook’ta hesabı olmadığını,
Cicili bicili fotoğraflara yazılmış süslü püslü laflarla kandil kutlanmayacağını,
Kendi odanızın duvarına yazı yazmakla facebook duvarına yazmanın arasında bir fark olmadığını,
Kandilini tebrik etmek istediğiniz insana bir zahmet telefon etmeniz gerektiğini,
Dostlar alışverişte görsün diye buralara yazı yazana kadar, normal insanlar gibi sevap edinebileceğiniz iki rekat namaz filan gibi faaliyetlere girmenin doğru olduğunu,
“hayırsız kandiller” olamayacağına gore “hayırlı kandiller olsun” dileğinin manasızlığını,
hele ki, “bin aydan hayırlı” Kadir Gecesi’ni içeren ramazan ayının “hayırsız”ı imkansız olduğundan, “hayirli ramazanlar”in boşluğunu

biliyor muydunuz?

6 Yorum

Filed under ben yazdım